İnsan yalnız olduğunu en çok hastalandığında anlıyor...
Hele soğuk algınlığı ise o hastalık, çok kötü...
Ateşiniz bir çıkıyor, bir iniyor...
Siz "Üşüyorum!..." diye mızıldanarak üst üste hırkalar giyerken
alnınızdan öpüp "Senin ateşin var!" diyerek hırkalarınızı zorla,
size rağmen çıkaracak birisi olmayınca
anlıyorsunuz ki yalnızsınız...
Tüm ateşi çıkan hastaların aksine,
kendini koruma güdüsü ile
üşüdükçe soyunmaya başlayınca
anlıyorsunuz ki yalnızsınız...
Yanınızda sevdiğiniz olmayınca soğuk algınlıkları kalbinizi daha çok yaralıyor...
Anlıyorsunuz ki soğuk algınlığında sevdiklerinizin yaptığı
ve sizin, söylene söylene katlandığınız o ilk yardım müdahaleleri,
yaşamın anlamıymış...
Siz, çocukluğunuzdan kalma bir alışkanlıkla
kendi kendinize tarhana çorbası pişirirken
ahşap, iki katlı bir evin tahta sedirinde,
ananızın pişirdiği ve sizin,
nazlana nazlana onun elinden içtiğiniz çorbanın kokusu
tüterken koku almayan burnunuzda
anlıyorsunuz ki siz yalnızsınız...
Anlamını bilmediğiniz göz yaşlarınız,
yuvasından fırlayacak gibi zonklayan gözlerinizden,
sessiz sessiz süzülürken
hiç kimse sevgi ile size sarılıp
"Aman da benim aşkım hasta olmuş, çocuk gibi ağlarmış..."
[/b]diye dalga geçmeyince
anlıyorsunuz ki siz yalnızsınız...
İşte öyle durumlarda eliniz telefona uzanıyor
ve kilometrelerce uzaktan en bilindik numarayı çeviriyorsunuz...
O daha ilk sözcüğünüzde anlıyor hastalığınızı,
endişe ile soruyor: "Ah yavrum hasta mısın? Nasıl üşüttün öyle...
Evde ilaç yok mu yavrum... Kalk, kalk hadi bi ılık duş al...
Bak! üşüyünce örtüp bastırma üstünü,
Allah korusun, çocuğum havale falan geçirirsin..
Ah! şimdi sen ateşinin yükseldiğini de anlamazsın...
Kuzum, bi tarhana çorbası yap kendine, nane limon falan yok mu? ..."
Ve siz hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca
anlıyorsunuz ki en çok da
hastalanınca koyuyor insana, yalnızlık...